Tarih-öncesi zamanlardan beri, Yunanlılar, Pelajlar ve öbür soydaş halklar gibi, tıpkı Amerikalılardaki organik diziye göre örgütlenmişlerdi: gens, kabile, aşiret, aşiretler konfederasyonu. Doryenlerde olduğu gibi, bazan kabile olmayabilirdi; aşiretler konfederasyonu henüz zorunlu olarak ve her yandan kurulmamıştı; ama gens hep temel birimdi. Yunanlılar tarihe girdikleri çağda uygarlığın eşiğindedirler; onlarla daha önce sözkonusu edilen Amerikan aşiretleri arasındaki iki büyük gelişme dönemi bulunur; bu dönemler, kahramanlık çağı Yunanlıların İrokualara göre sahip oldukları ilerlemeyi gösterirler: Bu yüzden, Yunan gensi İrokualardaki eski (archaique) gense hiç benzemez; grup halinde evliliğin izi iyiden iyiye silinmeye başlar. Analık hukuku, yerini babalık hukukuna bırakmıştır; bundan ötürü, doğuş durumundaki özel mülkiyet, gentilice örgütlenme içinde ilk gediği açmış bulunur. Bunu, tamamen doğal bir biçimde, ikinci bir gedik izler: Babalık hukukunun yürürlüğe girmesiyle, zengin bir mirasçı kızın serveti, evlenme yoluyla kocasına geçeceğinden, yani bir başka gense gideceğinden, bütün gentilice hukukun temeli yıkılmış demekti; bu durumda, servetin gens içinde kalması için, genç kızın gens içinden evlenmesine yalnızca izin verilmekle kalınmadı; hatta bu iş, bir zorunluluk haline getirildi.
Grote'a göre (Histoire de la Grece), Atina gensi, bağını özellikle şu kurumlar aracılığıyla koruyordu:
1° Ortak dinsel törenler ve yalnızca, sözde gensin atası olan ve bu nitelikte özel bir adla adlandırılan, belirli bir tanrıya tapma hakkı.
2° Ortak bir sinlik yeri (kabristan) (Demosthenes'in Euboulidès'ine bakınız.)
3° Karşılıklı mirak hakkı.
4° Karşılıklı yardımlaşma, saldırılara karşı koruma ve yardım yükümü.
5° Bazı durumlarda, özellikle yetim ve mirasçı kızlar sözkonusu olduğu zaman, gens içinde evlenme hak ve görevi.
6° Hiç değilse bazı durumlarda, bir arkhon (yönetici) ve bir de özel sandık ile birlikte ortak bir mülkiyet sahipliği.
Ayrıca, kabile halindeki birlikler, pek sıkı olmasa da, birçok gensi kendi aralarında bağlıyordu; ama burada da, özellikle bazı dinsel pratiklerde ortaklık-ve bir kabile üyesinin öldürülmesi halinde, izleme hakkı [gibi -ç.], aynı nitelikte karşılıklı haklar ve ödevler buluyoruz. Öbür yandan, bir aşiretin bütün kabileleri, soylular (öpatrides) arasından seçilmiş bir filobazileus'un (aşiret şefinin) başkanlığında belirli zamanlarda kutsal şenlikler yaparlardı.
İşte Grote'un anlattığı şey. Ve Marx ekler: "Ne var ki Yunan gensi arkasında, yabanıl gens, örneğin İrokua gensi kendini açıkça gösteriyor." İrdelememizi biraz ileri götürür götürmez, yabanıl gensin varlığı daha da açık bir durum alır.
Çünkü, Yunan gensinde, şu kurumlar da vardı:
7° Babalık hukukuna göre soy-zinciri.
8° Mirasçı kızların sözkonusu olduğu durumlar dışında gens içinde evlenmenin yasaklanması: Bu ayrıklama ve ona verilen zorunlu nitelik, eski kuralın yürürlükte kaldığını gösterir.
Bu, aynı zamanda, kadının dahil olduğu kabile içinde genellikle geçerli bulunan ilkeden, yani kadının evlenmekle kocasının gensine ait dinsel ayinleri kabul etmek üzere, kendi gensinin dinsel ayinlerinden vazgeçmesinden de anlaşılır. Buna ve Dikaiarkhos'un ünlü bir parçasına göre, gens dışından evlenmek kuraldı; ve Becker, Chariklès'inde, kimsenin kendi gensi içinde evlenme hakkına sahip olmadığını varsaymaya kadar gider.
9° Gense [üye olarak-ç.] kabul etme hakkı; bu hak, kamusal formalitelerle ve yalnızca istisnai olarak, aileye kabul biçiminde kullanılırdı.
10° Şefleri seçme ve görevden alma hakkı. Biliyoruz ki, her gensin kendi arkhont'u vardı; ama bu görevin belirli aileler içinde soydan geçme olduğu konusunda hiçbir yerde özel bir belirti yok. Barbarlığın sonuna kadar, zenginler ile yoksulların, gens içinde, tamamen eşit haklara sahip bulundukları bir durum ile kesenkes bağdaşmaz bir şey olan [sıkı bir] miras, hiçbir zaman varolmamışa benzer.
Yalnızca Grote değil, ayrıca Niebuhr, Mommsen ve şimdiye kadar klasik antikçağla uğraşan bütün öbür tarihçiler, gens karşısında tökezlemişlerdir. Belirleyici özelliklerinden büyük bir kısmını çok doğru bir biçimde saptamış olmalarına karşın, bu tarihçiler, genste daima bir aileler grubu gördüler; ve böyle yapmakla, gensin özünü ve kökenini anlamayı, kendileri için olanaksız bir duruma getirdiler. Koca ve karı zorunlu olarak farklı iki gense ait bulunduklarına göre gentilice örgütlenme içinde, aile hiçbir zaman organik bir birim olmadı ve olamazdı da. Gens tamamen kabile, kabilede aşiret içinde ve ona ait bulunuyordu: aile ise, yarı yarıya kocanın, yarı yarıya da karının gensine aitti. Devlet de, kamu hukuku alanında aileyi tanımaz; aile, günümüze kadar, yalnızca özel hukukta varolmuştur. Ve buna karşın, bütün tarih yazma biçimimi şimdiye kadar, özellikle 18. yüzyılda dokunulmaz bir duruma gelmiş bulunan şu saçma ilkeye dayanır ki, uygarlıktan az daha eski olan tek-eşli-karı-koca ailesi, çevresinde toplum ve devletin yavaş yavaş ete-kemiğe büründüğü bir çekirdektir.
"Bay Grote'un dikkatini şuna çekmek gerekir ki, diye ekler Marx, her ne kadar Yunanlılar kendi genslerini mitolojiden çıkarmışlarsa da, bu gensler tanrıları ve yarı-tanrılarıyla birlikte, kendi yaratmış bulundukları mitolojiden daha eskidirler."
Grote, Morgan tarafından yeğlenerek anılır, çünkü o, saygın ve ayrıca her türlü kuşkunun üstünde bir tanıktır. O, ayrıca, her Atina gensinin kendi sözde-atasından gelen bir takma ada sahip olduğunu; Solon'dan önce genel kural olarak ve ondan sonra da vasiyetin yokluğu halinde, ölenin gentile'lerinin, onun servetine mirasçı olduklarını; cinayet halinde, önce ölenin akrabalarının, sonra gentile'lerinin, en sonra da kabile üyelerinin, mahkeme önünde katili izleme hak ve görevine sahip bulunduklarını da anlatır: "En eski Atina yasaları üzerine bildiğimiz her şey, gensler ve kabileler biçimindeki bölünme üzerine kuruludur."
Genslerin ortak ilkel atalarından gelmesi işi, "ukala darkafalılar" (deyim Marx'ındır) için epey sıkıntıya yolaçtı. Bu gelişi, tamamen mitoslara değin bir şey (mythique) olarak kabul ettikten sonra, bir gensin, önce aralarında hiçbir akrabalık bulunmayan, yanyana yaşayan ailelerden doğmuş olmasını kesenkes açıklayamazlar; ama gene de, genslerin varlığını açıklamak için de olsa, bu yiğitliği yapmaları gerekir. O zaman, bir laf kalabalığına başvurmaktan başka yapacak şeyleri kalmaz; şu kesinleme dışına çıkmaksızın, döner döner bina okurlar: soyağacı bir masaldır, doğru; ama gens de bir gerçekliktir; ve sonunda, Grote'da, şu satırlar okunur (Marx'ın araya kattığı gözlemlerle):
"Bu soyağacından ender olarak sözedildiğini duyuyoruz, çünkü ancak özellikle gösterişli bazı durumlarda açıkça sözü ediliyor. Ama, tıpkı en anlı-şanlı olanları gibi, en gösterişsiz genslerin de kendi ortak dinsel pratikleri [garip şey, Bay Grote!], doğaüstü bir ataları ve ortak bir soyağaçları vardı [işte en gösterişsiz genslerde şaşırtıcı olan da budur, Bay Grote!). Bütün gensler için, ana plan ve ideal temel [ideal değil, sayın bay, kösnül (şehvani), Almanca fleischlich![10]] aynıydı."
Marx, Morgan'ın verdiği yanıtı şöyle özetler:
"İlkel biçimdeki gense uygun düşen kandaşlık sistemi —ve tıpkı bütün öbür ölümlüler gibi, o zaman Yunanlılar da bu sistem içinde yaşıyorlardı— genslerin bütün üyelerinin kendi aralarındaki akrabalık derecelerinin bilincini koruyordu. Kendileri için büyük bir önem taşıyan bu olguyu; onlar çocukluklarından beri, pratikle öğreniyorlardı. Tek-eşli aileyle birlikte, bu unutuldu. Gentilice adı, bir soyağacı yarattı ki, bunun yanında karı-koca ailesinin adı anlamsız göründü. İşte bu ad, bundan böyle bu adı taşıyanların ortak bir kökene sahip olduklarını göstermeliydi, ama gensin soyağacı o kadar uzaklara gidiyordu ki, gens üyeleri, en yakın tarihteki ortak atalar konusundaki birkaç durum dışında, artık karşılıklı gerçek akrabalıklarını kanıtlayamıyorlardı. Adın kendisi, ortak kökenin bir kanıtıydı ve yabancıların üyeliğe kabul durumları dışında, kesin bir kanıttı. Buna karşı, gensi sırf düşsel ve saymaca bir yaratık haline dönüştürmüş bulunan Grote[11] ve Niebuhr'un yaptıkları gibi, gens üyeleri arasındaki bütün akrabalığı tamamen yadsımak, tam "ideal" bilginlere, yani odalarından hiç çıkmayan allamelere layık bir iştir. Soyların zincirlenmesi, özellikle tek-eşliliğin ortaya çıkışından sonra, çok gerilere gittiği ve geçmiş gerçeklik mitolojik kuruntular içinde yansıdığı için, aslan darkafalılar bundan hep düşsel soyağacının gerçek gensleri yarattığı sonucunu çıkardılar ve hep bu sonucu çıkarıyorlar!"
Amerikalılardaki gibi, kabile birçok kız-genslere bölünmüş bir ana-gens idi, bu kız-gensleri birleştiriyor ve çoğunlukla da hepsini ortak bir atadan getiriyordu. Böylece, Grote'a göre, "Hekate kabilesinin bütün çağdaş üyeleri, onüçüncü göbekte, ata olarak bir tek ve aynı tanrıya sahiptiler"; öyleyse, bu kabilenin bütün gensleri, tam anlamıyla kızkardeş-gensler idiler. Kabile, Homeros'ta, Nestor'un Agamemnon'a şu öğüdü verdiği o ünlü parçada, askeri bir birlik olarak da görünür: "Adamları aşiretler ve kabileler bakımından düzenle; kabile kabileye yardım etsin, aşiret aşireti desteklesin."[12]
Bunu bir yana bırakalım, kabile, bir kabile üyesinin kurbanı olduğu cinayetin öcünü almak hak ve görevine sahiptir; demek ki, eski zamanlarda, kan davasıyla yükümlüydü: Ayrıca, ortak şenlik ve tapınakları vardır; zaten, bütün Yunan mitolojisinin, eski Aryenlerden alınan doğaya tapmaya dayanarak oluşması, her şeyden önce gensler ve kabilelerin varlığını gerektirir ve onlar içinde oluşmuştur. Bundan başka, kabilenin bir şefi (fratriarkos) ve Fustel de Coulanges'a göre, kararnameleri yasa gücünde olan toplantıları (meclisleri), bir yargılama ve bir yönetim kurulu vardır. Daha sonra gensin varlığını bilmeyen devlet, bazı kamu görevlerinin yapılmasını kabileye bırakıyordu.
Aşiret, birçok akraba kabileden bileşir. Attika'da, her biri üç kabileden bileşik dört aşiret vardı, bu kabilelerin herbirinde de otuz gens bulunuyordu. Gruplarda böylesine bir sınırlama, tamamen kendiliğinden kurulmuş bir düzen içinde bilinçli ve yöntemli bir müdahaleyi öngerektirir. Bu müdahale nasıl, nerede ve niçin oldu? Yunan tarihi bu konuda hiçbir şey söylemez ve Yunanlılar, ancak kahramanlık çağlarına kadar giden geçmişlerinin anısını saklamışlardır.
Nispeten küçük bir toprak üzerinde toplanmış Yunanlılarda, lehçe farkları, geniş Amerikan ormanlarında olduğundan daha az gelişmişti; ama burada da, yalnızca aynı anadili konuşan aşiretleri, daha büyük bir bütün biçiminde toplamış ve küçük Attika içine kadar, daha sonra ortak yazı dili olarak egemen lehçe durumuna gelmiş özel bir lehçe görürüz.
Homeros'un şiirlerinde, Yunan aşiretleri, çoğunlukla küçük halklar biçiminde toplanmışlardır; bununla beraber, bu topluluklar içinde, gensler kabileler ve aşiretler henüz özerkliklerini koruyorlardı. Bu halklar, artık surlarla pekiştirilmiş kentlerde oturuyorlardı; nüfus, sürülerin genişlemesi, tarımın yayılması ve küçük el zanaatlarının başlamasıyla, artıyordu; aynı zamanda servet farkları ve onunla birlikte; eski ilkel demokrasi içinde aristokratik öğe de büyüyordu. Çeşitli küçük halklar, en iyi topraklara sahip olmak için ve kuşkusuz ganimet ereğiyle de, ardı arası kesilmez savaşlar yapıyorlardı; işte bu andan itibaren, savaş tutsakları köleliği kabul edilmiş bir kurum haline gelmişti.
Bu aşiret ve bu küçük halkların o zamanki örgütlenmesi şöyleydi:
1° Konsey (bulé) sürekli otorite idi; başlangıçta kuşkusuz, gentes başkanlarından bileşen konsey, daha sonra, sayıları artınca, bunlar arasından seçilmiş bir topluluktan bileşiyordu; bu durum, aristokratik öğenin gelişme ve güçlenme olanağını sağladı; böylece, Dionysios, kahramanlar çağında, konseyin aristokratlardan (kratistoi) bileştiğini anlatır. Önemli işlerde, kesin kararı konsey alıyordu; böylece Aiskhylos'ta, veri olan durumda büyük bir önem taşıyan, Eteokl'e cenaze töreni yapma, ama Polinis'in cesedini köpeklere yem olarak yedirme kararını, Teb Konseyi[13] alır. Devletin kuruluşuyla, bu konsey, daha sonra Senato oldu.
2° Halk meclisi (agora). İrokualarda, erkek-kadın, halkın konsey toplantısını çevrelediğini, sırayla söz aldığını ve bu biçimde konsey kararları üzerinde etkili olduğunu gördük. Homeros çağı Yunanlılarında bu "çevre" (eski Almancanın hukuksal bir deyimiyle, Umstand[14]), ilkel zamanlar Cermenlerinde de aynı biçimde olduğu gibi, gerçek bir halk meclisi durumuna gelene kadar gelişmişti. Bu meclis, önemli işlerde karar almak için, konsey tarafından toplanmaya çağrılırdı; burada herkes söz alabilirdi. Karar, el kaldırarak (Ahileos, Yalvarıcı Kızlar), ya da alkışlarla alınırdı. Schöman (Antiquites grecques), son duruşmada bu meclis egemendi der, çünkü:
"Yapılması halkın işbirliğini gerektiren bir iş sözkonusu olunca, Homeros bize, halkı bunu istemeden yapmaya zorlayabilecek hiçbir araç göstermiyor."
Gerçekten, aşiret üyesi her ergin erkeğin savaşçı olduğu bu devirde, henüz halktan ayrı ve ona karşıt olabilecek bir kamu gücü var olamazdı. İlkel demokrasi henüz en parlak çağındaydı; bu, bazileus'un olduğu kadar, konseyin de gücünü ve durumunu düşünmek için, bir hareket noktası olmalıdır.
4° Askeri şef (bazileus). Marx'ın bu konuda dikkati çektiği şey, şu:
"Çoğunlukla, doğuştan, prenslerin uşağı olan Avrupalı bilginler, bazileus'tan, sözcüğün modern anlamında bir hükümdarı anlarlar. Yankee cumhuriyetçisi Morgan, bu yoruma karşı çıkar. Sesi dokunaklı Gladstone ile onun "Juventus Mundi"si konusunda, çok alaycı, ama çok doğru olarak şöyle der: 'Mr. Gladstone, kahramanlık çağındaki Yunan şeflerini, birer kral ve birer prens olarak gösteriyor bize, üstelik, onları birer centilmen yapıyor; ama bizzat itiraf etmelidir ki, görünüşe göre, tümü bakımından, çok kesin olmamakla birlikte, yeteri kadar belirli büyük-kardeş-hakkı töresi ya da yasası karşısında bulunuyoruz.'"
Kuşkusuz, Mr. Gladstone'a böyle çok kesin olmamakla birlikte, yeteri kadar belirli kayıtlar eşliğindeki bir büyük-kardeş hakkının varlığıyla yokluğu bir gibi görünecek.
İrokualarda ve öbür Amerika yerlilerinde, başlıca görevlerin mirasla devri konusunda durumun ne olduğunu görmüş bulunuyoruz. Bütün görevler, çoğu gens içinde, seçime bağlıydı; öyleyse bu ölçü çerçevesinde, gens için de soydan geçmeydi. Görevin boşalması durumunda, özellikle, seçilmemesi için bir neden bulunmadığı zaman, yavaş yavaş en yakın gentilice akrabanın (erkek kardeş ya da kız kardeşin oğlu) atanmasına başlandı. Demek ki, babalık hukukunun egemenliği altında, eğer bazileus'luk görevi, Yunanlılarda genellikle babadan oğula, ya da oğullardan birine geçiyordu ise, bu, yalnızca oğulların, seçim yoluyla babalarının yerine geçme olasılığına sahip olduklarını gösterir; yoksa, babalarının yerine halk tarafından seçilmeden geçme hakkına sahip olduklarını göstermez. Burada görebileceğimiz tek şey, İrokualar ve Yunanlılarda, genslerin içinde ayrı soylu ailelerin, ayrıca Yunanlılarda, geleceğin soydan geçme şefler soyunun ilk tohumlarıdır. Öyleyse, Yunanlılarda, tıpkı Roma kralı (rex, için de olduğu gibi, bazileus'un ya halk tarafından seçilme, ya da, hiç değilse, halkın resmi organları -konsey ya da agora- tarafından onaylanma durumunda bulunmuş olması kuvvetle olasıdır.
İlyada'da, savaşçıların şefi Agamemnon, Yunanlıların üstün kralı [bütün Yunanlıların kralı -ç.] olarak değil, kuşatılmış bir kent önündeki konfedere bir ordunun başkomutanı olarak görünür. Ve Yunanlılar arasında anlaşmazlık başgösterince, Odysseus gerekli olanın başkomutanlık olduğunu söyler: "Komutan çokluğu bir şeye yaramaz: bir tek şef komut versin." vb... (ve krallık asasından söz eden ünlü dize, sonradan eklenmiş bir katmadır):[15]
"Ulis burada hükümet biçimi üzerine bir konferans vermez; savaşta başkomutanlığı elde tutan kimseye uyulmasını ister. Truva önünde yalnızca ordu olarak görünen Yunanlılar için, işler agora'da hayli demokratik bir biçimde olup bitiyordu. Akhilleus, "armağanlar"dan, yani ganimetin paylaşılmasından söz ederken, paylaştırma görevini ne Agamemnon'a ne de bir başka bazileus'a verir; bu işle "Akhaios oğulları"nı, yani halkı görevlendirir. "Zeus tarafından dünyaya getirilmiş", "Zeus tarafından beslenmiş" gibi yüklemler (nitelikler) hiçbir şey göstermez, çünkü her gens bir tanrıdan, ve aşiret şefinin gensi, "daha güçlü" bir tanrıdan gelir -burada Zeus'tan geliyor-. Hatta, örneğin domuz çobanı Eumenes gibi, kişisel özgürlükten yoksun kimseler bile "tanrısal"dırlar (dioi ve theioi); ve bu Odise'de, yani İlyada'da çok daha sonraki bir çağda, böyledir; ve aynı Odise'de, kahraman adı, hala, kör ozan Demodokos'un adıyla birlikte olduğu gibi, haberci Mylios'un adıyla birlikte anılır. Uzun sözün kısası, Yunan yazarlarının konsey ve halk meclisi eşliğindeki homérique sözde-krallık (çünkü bunun ayırıcı belirtisi, ordular komutanlığıdır) için kullandıkları bazileus sözcüğü, yalnızca — askeri demokrasi anlamına gelir." (Marx.)
Askeri görevlerinden başka, bazileus'un dinsel ve adli görevleri de. vardı; 'bu son görevler, hiçbir zaman sıkı sıkıya belirlenmemişlerdi, ama askeri görevlere gelince, bazileus bunları, aşiret ya da aşiretler konfederasyonunun yüksek temsilcisi olarak yerine getiriyordu. Sivil yönetime değgin görevler asla sözkonusu değildir; ama gene de, öyle görünür ki, bazileus, görevi gereği, konsey üyesidir. Öyleyse, etimolojik bakımdan, bazileus'u König (kral) olarak çevirmek tamamen doğrudur; çünkü König, Kuni ya da Künne'den gelir ve "bir gensin şefi" anlamını taşır. Ama König sözcüğünün bugünkü anlamı, bazileus sözcüğünün eski Yunancadaki anlamına hiç uymaz. Tüsidid, eski bazileia'yı, kesinlikle "patrike", yani "gentes"ten gelme olarak nitelendirir ve bunun saptanmış, öyleyse sınırlı görevlere sahip olduğunu söyler. Ve Aristoteles, kahramanlık çağındaki bazileia'nın özgür insanlar üzerinde kullanılan bir komutanlık ve bazileus'un da, askeri şef, yargıç ve baş rahip olduğunu bildirir. Öyleyse, bazileus, sözcüğün daha sonraki anlamında, yönetme gücüne sahip değildir.[16]
Demek ki, kahramanlık zamanlarındaki Yunan kuruluşu içinde eski gentilice örgütlenmeyi henüz dirim ve güç dolu, ama aynı zamanda yıkılışının başlangıcında görürüz: Babalık hukuku, servetin çocuklara geçişiyle, aile içinde servet birikimini kolaylaştırır ve aileyi gens karşısında bir güç durumuna getirir; servetler arasındaki fark, soyluluk ve soydan geçme bir krallığın ilk izlerini yaratarak, kuruluş üzerinde etkili olur; önceleri savaş tutsaklarıyla sınırlanan kölelik, daha o zamandan aşiret üyelerinin, hatta kendi öz gens üyelerinin köleleştirilmesi yolunu açar; aşiretten aşirete eski savaş, bu çağdan itibaren, sürü hayvanları, köleler, hazineler kazanmak için, karada ve denizde sistemli bir yağmacılık biçiminde, yani normal kazanç kaynağı biçiminde yozlaşır; sözün kısası, zenginlik, en yüksek iyilik olarak övülür ve değerlendirilir; ve zenginliklerin zora dayanarak çalınmasını haklı göstermek için eski gentilice kurallar çiğnenir. Artık bir tek şey eksikti: yalnızca özel kişiler tarafından az zamandan beri edinilmiş bulunan zenginlikleri, gentilice düzenin komünist geleneklerine karşı koruyan ve yalnızca eskiden o kadar horgörülen özel mülkiyeti kutsallaştıran ve bu kutsal şeyi bütün insan topluluğunun en yüce ereği olarak bildiren bir kurum değil, ayrıca mülkiyet edinmenin, başka bir deyişle, zenginliklerdeki durmadan daha hızlı bir büyümenin ardarda gelişmiş yeni biçimleri üzerine, genel olarak toplum tarafından yasaya uygunluk mührünü de basan bir kurum; yalnızca toplumda başlamış bulunan sınıflar halindeki bölünmeyi değil, ayrıca mülk sahibi sınıfın hiçbir şeye sahip olmayan sınıfı sömürme hakkını ve onun ürerindeki egemenliğini de sürdürüp götüren bir kurum. Ve bu kurum çıkageldi. Devlet icat oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.